Vazgeçtim
Yılın en
uzun günüydü ve belki de bu yüzden uzun yılların en kısa vazgeçmesi yaşandı.
Belki başka bir nedenledir bilmiyorum, haziran yirmibire bile suç atmaya
başladığıma göre, kötüyüm.
Böyle tık diye. Vazgeçmeyi diyorum, bu konuya geri döndüm. Ne içiyorduk kahve mi çay? Sen bira ben çay adam kahve? Ben kahve adam bira sen çay? Hatırlamıyorum. Ama inan bana, kafasında sirenler çalmaya başlayan kim olsa bunu hatırlamaz. Kaşlarımı çatmış dikkatle adamı dinliyordum, bir ayetin türkçe mealini okuyordu, şaka yapmıyorum. Adam da şaka yapmıyordu. Sen gülümsüyordun.
Dedim "Allah Bey'in bir kitabini bi keresinde ben de okudum."
"Bey mi?" dedin.
Dedim "Okuduğum kitaplarından anladığım kadarıyla Allah bey çok kızgın bir kişi, direkt adıyla hitap etmek istemedim araya seviye koydum."
Kahkaha atıp doğrusunu öğrettin. Ama o an unuttum. Çünkü biliyorsunuz, yani siz, o değil, kafamda evet, sirenler çalıyordu.
Masada iki tane kapalı kahve fincanı duruyordu. Biri senin, biri benim önümde. Demek ki biz kahve, adam kahve değil içmişti. İkisini birlikte açtık. Seninkinde kadıköy belediyesinin çatısından bile görülebilecek kadar aleni bir kalp, benimkinde ise kocaman şaşalı bir 6 vardı. Hmmmmm bir kalbin varmış deyip kahkaha attım. İyi fal bakarım. Sonra bakmaya devam ettim, o kalpten gözümü alamadığım için pek bir şey göremedim, ya da belki de kafamda sirenler çaldığı içindir bunu siz biliyorsunuz, sustum. Kendi fincanımdaki 6'yı izlemeye başladım, böyle kocaman, gösterişli, süslü taçlı bir 6, ne demek ya bu dedim kafamı kaldırdım, adam ve ben yalnızdık, bilmem dedi adam, dur bi bakalım. Telefonunu aldı, kaaahvede 6 görmek, kaaahvede 6 rakamı görmek falan diye konuşa konuşa arattık. Okudu sonra, "Kahvede 6 rakamı falın sahibinin önemli bir karar aşamasında olduğu, karşılaşacağı yol ayrımında seçiminden mutlu olacağı anlamına gelmektedir."
Hmmm dedim yine. Sonra aniden gelip yanımdaki sandalyeyi çekip ne oldu ya diyerek oturdun. Dedim bir karar veriyormuşum, hayırdır inşalla, ama sonra bu karardan mutlu oluyormuşum. Ne peki o dedin, var mı öyle bir karar, yok dedim, bir tane bile. Sadece kafamda sirenler çalıyor ama neden bilmiyorum. Bu son cümleyi içimden söyledim.
Son bir saattir ben kalkayım siz oturun diyen ve gerçekten tatlı bir kişi olan adam yine ben kalkayım siz oturun dedi,
O an, tam o an.
Ben orada, o çay bahçesinde sonsuza kadar oturmaya razı iken, yok dedin, biz de kalkacağız. Zaten dedin, kaş göz, benim, kaş, gitmem lazım kaş göz. Sessizlik.
Ne diyordum, böyle tık diye, çakmağı masaya koyar gibi, sönen apartman otomatiği gibi, suyun kaynamaya başlamasıyla atan ketıl gibi,
Tık
Diye
Vazgeçtim.
Senelerdir sanki elimde atan kalbimi o anda sessizce kaldırıma koydum. Gözümün ucuyla baktım. Ayağımla bastım. Çat diye. Çat. Diye.
Sonra çorba içmeye gittim, ezogelin. Garson acı sos ekleyeyim mi abla dedi, normal baktım, tamam abla pardon dedi gitti, demek ters ters baksam ölecekti. Bir kadın yüzüme baka baka masama geldi, dedim kesin yine tanımadığım bir tanıdık, allah kahretsin, eğilip çorba güzel mi dedi, değil dedim, bok gibi. Gitti. Yahu ne bileyim ben çorba güzel mi şimdi? Bu soru cümlesi denen şeyi kim icat etti. Zaten en uzun gün. Hem benim önüme çorba yerine muz koysalardı ekmek bana bana yerdim o esnada, çünkü biliyorsunuz, tık diye.
Sonra bir otoparkın önünden geçtim. Çorbacıda söylediğim çorbayı da içmeyi unutmuşum zaten, hesabı öderken baktım, masada ağzına kadar çorba dolu bir tabak ve boş bir roka tabağı vardı, iyi dedim, rokaları yemişim, vitamin olur, kapalı otoparkın içinden neşe karaböcek sesi geliyordu. Ne zaman yağmur yağsa utanıyormuş, biraz dinledim. Ama hiç utanmadım çünkü değil yağmur altında öpüşmek, bende bir resmin olsun diye fotoğrafını dahi geçen gün, bir kez, çekmiştim, neyden utanacağım ya ben, tüm bu olanlardan allah utansın. Bende bir resmin var yüzüme bakm
Neyse, sonra muratın yanına gittim. Bok gibiyim. Bok, gibi. Bekle kapatıyorum dedi. Tamam dedim bekledim. Kapattı dükkanı, çıktık sessiz, yürüdük konuşmadan biraz. Oturduk sonra. Hala konuşmadan. Ne çok tanıdık vardı gelen geçen gelen geçen allah hepinizin belasını versin. Murat "Dostum bana bi rakı versene." dedi barmene, siz dedi bana dönüp barmen oğlan, "Bira içer o" dedi murat, yalnız arjantin olsun balon bardağı kaldıramıyor bu salak sapı yok diye. Bira geldi. Bir saat evvel kalbimi bir kaldırıma koyup ayağımla ezmişken konuşmam beklenmeden istediğim içeceğin istediğim şekilde önüme gelmesine çok minnettardım ama buna teşekkür edecek halim bile yoktu. Çünkü biliyorsunuz, tık diye.
Biri geldi sonra selam özlem naber, gülümsedim hafif, konuşmuyor mu bu? dedi sehpadan bahsedercesine, yok dedi murat konuşmuyor yine, nooldu ki dedi adam, bilmem, dedi murat, ebesi sikildi heralde yine, güldüm. Neyse en azından gülüyor dedi adam. Neyse en azından yaşıyor dedi murat.
Sonra kalktık. Eve yürürken bir yerlerde Sezen Aksu Vazgeçtim çalıyordu ve ben altıma işemek üzereydim. Para çekmem lazım dedim bankamatikte durduk, bira alalım dedik tekelde durduk, ekmek alalım dedik fırında durduk, ben fırının önündeyim, altıma işemek üzere, bi ekmek alıp gelecek murat çıkmıyor, bekliyorum yok, bekliyorum yok, ezildim mahvoldum dündüm arkamı bi hışımla, tezgahtar çocuk öne geçmiş murat rafların oraya, peki bunda zeytinyağı oranı ne diye soruyor, dedim allah senin belanı versin, ben tık diye, kalbimi, biliyorsunuz o kaldırımda çat diye ezdiğim en uzun gecedeyim en yakın arkadaşım ben kapının önünde kıvranırken ekmeklerin yağ oranını öğreniyor. Gerizekalı gelir misin yanıma sikicem yağ oranını dedim. Geldi. Güldük.
Ben eve geldim. Kalbim o kaldırımda. Öldü. Tık diye. Vazgeçtim senden. Hayır olsun. Artık.
Comments
Post a Comment